Özgür irade var mıdır – 3 : Gen, çevre ve deneyim baskısı (Ali Aksoy)

Önceki yazıda, işin uzmanlarının tartışmalarına değinmiştik. Şimdi ise, mızrabı bir hayli alt perdelere, avama indirip, geçmişten bu güne, büyük kalabalıkların uğultusunu ve pes seslerini dinleyeceğiz.

Atasözlerini daima bir vahiy, bir ayet gibi görmüş, en önemli bir yol gösterici olarak tanımlamışımdır. Çünkü, bir insanın ömrüne ve deneyimle öğrenebilme kapasitesine sığmayacak nice durumlara dair yaşanmışlıklar, şahitlikler ata sözleri ile adeta bir gen gibi, bir nasihat, bir öğüt olarak gelecek kuşaklara aktarılır. Değil bir ömür, binlerce yılın, milyonlarca ömür ve aklın ortak çıktısıdır onlar. Bu günkü modern paradigmalarımıza aykırı gibi görünenler de dahil olmak üzere, hepsinin akıl, mantık ve hayatın çoğu zaman acı olan gerçekleri ile izah edilebilir olduğuna kaniyimdir.

Atalarımız, gen bilimine dair Mendel kanunlarını biliyor olmasalar da, “huy” adını verdikleri bir olgu sayesinde, çok isabetli gözlem ve çıkarımlarda bulunmuşlardır.

İşte bazı örnekler;

“arlı arından, huylu huyundan vazgeçmez”

“can çıkmayınca (çıkmadan) huy çıkmaz”

“huylu huyundan teneşirde vazgeçer”

“kurt köyünü (tüyünü) değiştirir, huyunu değiştirmez”

“sütle giren huy, canla çıkar”

Bu son sözde “sütle giren” diyerek genlere nisbet ettikleri “değiştirilemeyen” huya ilaveten, mükemmel bir tespitle az ilerde değineceğimiz, çevre etkisine de değinmişler ve;

“huyunu suyunu değiştirmek”

“kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan” demişlerdir.

Görüleceği üzere, atalarımız, bir kimsenin, doğuştan gelen, genetik etkilerle ortaya çıkan “huyunu” asla değiştiremeyeceği kanaatindedir. Bunu, çok ümitsiz bir “avam lakırdısı” olarak görenler elbette Amerikayı yeniden ve yeniden keşfetmek için binlerce yıl yaşayıp, onların şahitliklerine şahitlik edecek başka bilgi kaynakları arayabilirler veya kendileri bunu yapmayı deneyebilirler. İrade konusunda olmasa da bekli bu konuda özgürdürler !

Atalarımız, huy sahibinin, huyunu değiştirmekte, özgür irade güzellemecilerinin veya din pazarlamacılarının iddia ettikleri gibi özgür olmadığı kanaatindedirler. Hem bu, o kadar kesin bir yargıdır ki, ancak ölümle yani ne tenin, ne canın ne de huyun kalmayacağı bir hal ile bu mümkün olabilecektir.

Hatta, “can çıkar, huy çıkmaz” sözüne bakacak olursanız, huy, yani gen candan daha uzun ömürlüdür ve sonraki kuşaklarda, ekseriyetle “dede – torun” ikilisinde ama muhakkak “yedi göbek / soy” içinde yeniden dirilmeye eğilimlidir. Halk ağzında bir insanın “yedi ceddine” , “yedi göbek sülalesine” şeklinde söylenen ve küfürle tamamlanan cümlelerdeki “yedi” rakamı, çokluktan kinaye veya basit bir kafiye meselesi değildir.

Biz, özgür iradeye ve asla değiştirilemeyen “huy” meselesine geri dönelim.

Burada, genlerden bahis açıp, evrim var mıdır, yok mudur gibi, yalın gerçeği inkar anlamına gelecek absürt bir tartışmaya girmeyeceğiz.

Fakat, özgür irade meselesi öylesine çetin ve öylesine zor bir meseledir ki, evrimi çok iyi bilen, nelere kaadir olduğunun pekala ve tam bir yetkinlikle farkında olan bir çok kimseler dahi, bir canlının tepeden tırnağa bütün vasıflarını hem de tek başına belirleyen bir sürecin, yani genetik etkinin, kişilerin karakterlerini de etkilediği hususunda mırın kırın etme eğilimindedirler.

Aslında onlar, kendileri farkında olmasalar veya kabul edemeseler dahi gerçekte “ruhçu öğreti” ciğerlerine kadar işlemiştir ve adeta “karakter bedenden başka bir şeye, ruha aittir” demektedirler.

Bir insanın, tepeden tırnağa saçını, başını, boyunu, posunu, görünür görünmez hastalıklarını dahi belirleyen bir süreç, nasıl olur da o canlının karakterini, eğilimlerini belirlemez ! Bu, nasıl bir körlük, bu ne menem bir inkardır !

Bu sadece bilimsel bir gerçeğin değil, binlerce yıllık deneyime dayalı atalar bilgisinin de “bile bile” inkarıdır.

Aslında burada temel mesele, bunu bilip bilmeme değildir. Temel mesele, bu acı gerçeği kabullenememe, “özgür olduğumuza dair” mutluluk verici duygu ve sanıyı koruma, kurtarma çabasıdır. Bir önceki yazıda aynı çabanın filozofları, bilim insanlarını ne hale soktuğuna, örnekler vererek değinmiştik.

Sana başkalık, benzemezlik, biriciklik verdiğini düşündüğün karakterini aslında senin inşa etmediğini, bunun atalarından gelen ve senin hiç bir şekilde seçmediğin bir genetik yığının eseri olduğunu bilmek ve kabullenmek elbette kolay bir şey değildir. Çünkü bunu bildiğinde artık sen, eski sen değilsindir. Bir bakteri veya bir kuş veya bir kedi ile benzer bir kaderin kurbanı olduğunun ayırdına varmışsındır. Üstüne çakılmış ve asla değiştirilemez bir “künye”dir bu ! Ne bir başarın vardır bu künyeyi almak için ne de bir suçun. Annenle babanın çiftleşmesi sürecinde olup biten kimyasal ve biyolojik aktivitelerin ortaya çıkardığı bir genetik solüsyonun, steril bir ortamda, başarı ile gelişmiş hücrelerinden ortaya çıkan, temel yazılımı DNA olan bir canlısındır. Bu yönüyle aynı kaderi paylaştığın yeryüzündeki diğer tüm canlılar gibi…

Mevzuyu özellikle ajite ediyorum ki, özgür iradeyi kurtarma çabasının neden kaynaklandığı ve bu sırada neyden kaçınıldığı iyice anlaşılsın.

Şimdi, irade ve bunun özgürlüğü ile yakından ilgili bulunan “karakterin” genle sıkı sıkıya bağlı olması demek, zaten, gen seçiminde özgür olmadığın için özgürlüklerinin bir çoğunun çoktan elden gitmiş olması demektir. Bu gerçek, özgür iradeye vurulan en çaresiz darbedir. Bu konuya geri döneceğiz.

Atalarımız bir de, “kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan” demişlerdi. Hatta, halk için de, “filanca adam filanca kimsenin huyunu suyunu değiştirdi” veya “filanca yere yerleşmek, filanca işe başlamak, filanca olay şu kimsenin huyunu suyunu değiştirdi” denir. Bakınız, tüm bu durumlarda “huyu suyu” değiştiren şey, çevresel faktörlerdir.

Ya bir arkadaştır, ya bir yer değişikliğidir, ya yeni bir iştir veyahut depresif etkileri olan mühim bir olaydır. Ölmedikçe değişmeyen, çıkmayan huy, bazı çevresel etkilerle değişebilmekte yahut yeni bir görünüme kavuşmaktadır. Burada, ilginç olan şey, huyu suyu değişen kimsenin daima “edilgen” konumda olmasıdır. Yani, “filanca yere yerleşeyim de filanca huyum bir değişsin” diye bir durum olamamakta ve fakat senin elinde olmayan çevresel etmenler, senin belirlemediğin bir özelliği değiştirmekte veya ilk defa olarak ortaya çıkarmaktadır.

Ortak nokta, çevrenin bu etkin baskısı karşısında yine “özgür” olamaman ve daima “edilgen” konumda kalmandır.

Genetik etkilerle zaten önemli ölçüde budanmış olan sözde “özgürlüğümüz” çevre denen bir ucube tarafından yeniden yontulmakta, var olduğuna inandığımız özgürlük alanımız git gide azalmaktadır.

Çevreye dair en önemli faktörlerden birisi, özellikle karakter gelişiminin normalden daha çok değiştiğine inanılan çocukluk zamanlarında (ağaç yaşken eğilir sözünde olduğu gibi) tamamen istem dışı belirlenmesidir. Nerede, hangi ailede, hangi gelir grubunda doğacağına sen karar veremezsin ve bu “mahkumiyet” özellikle, karakterin biçim aldığına inanılan çocukluk zamanlarında da istikrarla sürer. Belki, çok ileriki yıllarda, bir şekilde maddi imkanların varsa nerede, kimlerin arasında, hangi koşullarda yaşayacağın hususunda bir söz hakkın olabilir.

Bu durumda dahi, yani parayı bastırıp, etrafında neler olacağına karar versen de, yine de etrafında her olup biteni kontrol edemez, üçüncü şahısların tümünü etki ve kontrol altına alamaz, iklimleri, coğrafyayı, depremleri, selleri tamamen tahakküm altında bulunduramazsın. Yani ne kadar zengin olursan ol, “çevre kümesi” sana göre daima “makro” ölçeklidir. Kaldı ki, çevre denilince bunun içine bedeninin dışındaki evrenin tamamı dahil olduğu için bu “makro” ölçek öyle kolay baş edilebilecek bir etkileyiciler kümesi değildir.

Gen ve çevreden oluşan bu iki başlığa ben bir de “deneyim etkisini” ekliyorum. Şu veya bu şekilde edindiğin bir deneyim, sonraki kararlarında açık bir belirleyici olacaktır. Aslında deneyim, geçmişte şeylere ve şeylerle iletişimine dair hisleri de barındıran bir bilgi havuzudur. Sobaya elini değdirdiğinde elinin yanması ile oluşan deneyim, daha sonra yapacaklarına etkilidir. Bu deneyimlerden kopup aykırı davranışlar sergilemek elbette mümkündür. Ama hayatın daha çok otomatik seyrettiği veya göreceli olarak daha az önemli görüp pür dikkat kesilmediğin alanlarında her defasında yeniden düşünüp -diğer etkilerin altında- karar kılmak yerine, önceki deneyimlerin rehberliğinde bir ilerleme yapman insan yaşamına daha uygun ve daha az maliyetli görünüyor. Bu nedenle, deneyimin de yaşam süremiz içerisinde özgürlük alanımızı “bilerek” ve “istemimiz dahilinde” daraltan bir faktörü bulunmaktadır. Deneyimde, acıya dair şiddet ve bilgi arttıkça, o alandaki tavrımız daha istemsiz, daha az özgür olacaktır.

Bu üç baskı aracı içerisinde özgür iradeyi en çok ve temelinden sakatlayan unsur elbette genlerdir. Genler üzerine araştırma yapıldıkça, her gün hangi genin hangi davranışı tetikliyor olabileceği hususunda bilgimiz artıyor.

Hangi genin hangi karakter özelliğini, atalarımızın deyişiyle hangi huyu belirlediğini tam bir yetkinlikle ortaya çıkarsak dahi, özgür irademizin var olduğuna inancımızdan kolay kolay vazgeçemeyiz.

Çünkü, özgür irade illüzyonu dediğimiz ve hepimizin tüm davranışlarını kuşatan bu eğilim de ironik bir biçimde genetiktir. Gözlerinin renginin siyah, omuzlarının geniş olmasına hükmeden evrimsel genetik süreç, senin kararlarını şimdi ve özgürce verdiğini hissetmeni de emretmiş, gerektirmiştir.

Bu serinin ilk yazısında bu husustaki ön görümü kısaca ifade etmiştim. Eğer, evrimde bu genetik kombinasyon artık değer olarak hayatta kalmış, bu günlere süzülüp gelmiş ise, muhtemeldir ki, evrimin hangi aşamasında olursa olsun, bu “sanıya” yani özgür irade illüzyonuna sahip olmayan bireyler de var olmuş ve fakat bu özellik onlara hayatta kalıp genlerini aktarma yönünde bir avantaj sağlamamıştır. Başka bir yazı dizisinde detaylıca değineceğim üzere, evrimin ahlaki ve etik değer kaygıları yoktur. Evrim, fevkalade katı bir biçimde, yöntemi her ne olursa olsun, canlıların hayatta kalmalarına ve üreyerek genlerini bir sonraki nesle aktarmalarına bakar. Belki de, özgür irade yanılsamasını değerli kılan en önemli şey, işte bu; canlıyı, birey yapma ve hayatta tutma özelliğidir. Bu konuya ve özgür iradenin yokluğu halinde hayata dair görüşlerimizin nasıl şekillenebileceğine yazı dizisinin sonunda etraflıca değineceğim.

Şimdi artık temel etkilere bir özet olarak değindiğimize göre, işin başından beri konuyla fevkalade ilgili olduklarını söylediğim ruhçu öğretiler ve/veya dinlerin ve özellikle de Kuran’ın bu meseleye bakışına çok derinlemesine olmasa da keskin ve sarsıcı bir bakış açısıyla değinebiliriz.

Özgür irade var mıdır yazı serimizin bir sonraki başlığı; “Ödül ve ceza için özgürlük” olacak.

Ali Aksoy – 25.10.2019