İnsanlığın mevcut durumu itibariyle ne olduğumuzu anlamak kadar ne olmadığımızı da anlamamız gerekiyor. Ne idiğimize dair bütüncül ve kararlı bilgiye, her iki uçtan yaklaşırsak hem daha hızlı mesafe alabiliriz hem de, ne olmadığımıza dair öğreneceğimiz şeylerle, bu konularda bir takım zannlara dayanarak yapıp ettiğimiz bazı aptalca şeyleri acilen terk etmemiz kolaylaşabilir.
Gökyüzünün bir televizyon gibi izlendiği, oralardaki acayip acayip nesnelerin Tanrılaştırıldığı zamandan bu yana, diğer canlılara nazaran farklı olduğumuz şeylere (ne olduğumuza) bakıp, kendimizi evrenin merkezine yerlestirdik. Evren dediysem, görebildiğin dağlar, denizler ve gök manzarasından ibaret küçük bir yerdi evren. İşte bu sahte evrenin en kudretli varlığı idik.
O vakitler bilim, teknoloji ve sanayi olmadığı, insan nüfusu da şimdiki kadar yoğun olmadığı için insanın bu kibirli bakışı doğaya çok zarar vermiyordu.
İnsanın kendisinde görüp beğendiği göreceli kudret, dinler eliyle pekiştirildi. Düşünüşten ziyade inanışa göre, insan eşref-i mahlukattı ve evren denen o küçük yaşam alanında evren dahil her şey Tanrı tarafından insanlar için var edilmişti.
Eğer o insanlar da, bizim bu gün erişebildiğimiz ve sadece “astronomik” sıfatı ile vasıflandırıp geçtiğimiz rakamlara vakıf olsalardı, o kibirde ısrar edebilirler miydi ?
Evreni tanıdıkça küçülüyoruz. Dünya yüzeyinin, eski insanların “yeryüzü” tasavvurundan çok daha büyük olduğunu öğrendik. Hatta öyle çaresiziz ki, daha hala dünyanın içinde, okyanusların altında keşfedemediğimiz bir çok yer var.
Yazı devam ediyor…