Bin yıllardır nice bilge saçlarını ağarttı varoluşun amacına ermek, hakikati bulmak için. Nice inanç sistemleri ile test edip sorguladı. Her şeyin sebebi nedir ? Tüm bunlar neden var ? Evrenin ne idiğini daima araştırsak ve eskiye nazaran çok daha büyük verilere ulaşsak da bu sorunun cevabını bir türlü bulamıyoruz.
Evrimin bizi ve diğer canlıları nasıl var ettiğini, canlıların tüm özelliklerinin DNA olarak isimlendirdiğimiz bir yazılımla nasıl belirlendiğini öğrendik, öğreniyoruz. Doğada hem karmakarışık bir düzen hem de bu kaosu yöneten evrimsel mekanizmalar olduğunu da öğrendik. Bütün yıkıcı etkilere karşı çevresel koşullara, var olana uyum sağlayanların hayatta kaldığı acımasız bir düzen. Hem öyle acımasız ki, moleküler seviyede bile inanılmaz bir maliyet hesabı ve tasarruf var. Zor koşullarda, yaşamın asla devam edemeyeceği zannedilen ortamlarda dahi yaşama olanak veren, “diri tutan” muazzam bir direnç…
Peki neden ?
Bu direncin, bu ısrarın, bu kastın amacı nedir ? Kendi kendine meydana gelen bir hata mı ? Yaşamı dileyen ama ne idiği bilinemeyen bir Tanrı mı ? Yoksa bizim zaman boyutumuza tabi olmayan, daha uzun zamanlar yaşayabilen bir takım üstün varlıklar mı ? Bizim bir tarlayı ekip sonra hasat etmemiz gibi, bize göre milyar yıllara varan bir “mevsim” için tohumlama yapan başka uygarlıklar olabilir mi ? Eğer öyle ise onların amacı nedir ? Neyi hasat etmek istiyorlar ? Nihai ürün, nihai fayda nedir ?
Yeryüzü veya uzayın belirli bir bölgesi veya bildiğimiz evrenin tamamı bir tarla idi ise, bilmediğimiz yerlerden gelip bu tarlayı süren çiftçilerin amacı nedir ?
Biz, etrafa bakıp bu tarlanın ürünlerinde en değerli olarak kendimizi görüyoruz. Dinlere göre ürün biziz. İnanışlara göre tüm her şey, bizim hasadımız için vardır.
Belki de biz ürün değil, ürüne kasteden bir hastalığız, amansız bir haşereyiz. Belki de çiftçiler gelip bilmediğimiz bu ürüne kasteden bizleri yok edip geri gidecekler. Mevsimin sonunda, belirlenmiş bir günde hasadı gerçekleştirmek, ürünlerini devşirmek için…
Belki de, bizim tarlamızı süren çiftciler de başka çiftçilerin bir ürünüdür. Kendilerini var eden yaşamı beğenmiş ve evrende yayılmasını dilemişlerdir, ormanda bulduğu bir çiçeği her yerde görmek isteyip çoğaltmak için her yere diken bir kişi gibi…
Belki de daha yolun başında, mevsimin çok erken zamanlarındayızdır…
Toprak altında yeni yeni çatlamakta olan bir tohum gibi. Belki de bu tarlanın ürünü şu anda gördüklerimizden ve hayal edebileceklerimizden çok farklıdır. Vakti geldiğinde toprağın altındaki karanlıklardan güç alacak, toprağı yarıp güneşe kavuşacak, boy verecek ve toprağın altındaki karanlıklarda bulunanların tahayyül bile edemeyeceği rengarenk çiçekler açacak, binbir lezzette meyveler verecektir.
Ne kadar kafa yorarsak yoralım kanıta dayalı, tüm her şeyin hikmetini ortaya koyan, mutedil bir cevap bulamıyoruz bu sorulara…
Belki de hiç bir zaman bilemeyeceğimiz, cevabını bulsak bile idrak edemeyeceğimiz bir şeyi soruyoruzdur. Musa’nın karşılaştığı bilge kişinin dediği gibi, “iç yüzünden haberdar olmadığımız için cevabına tahammül edemeyeceğimiz” bir sorudur bu…
Bizi var eden anakucağında görünen cevaplar asıl cevapla ne kadar ilgili ve uyumludur bilemiyorum ama zannediyorum ki, ayakta durmakta olduğumuz yer itibariyle etrafımıza bakıp, mevcut aklımızın yettiği, “iç yüzünden haberdar olduğumuz” şeylere dayanmak, bilebildiğimiz cevaplarla yürümek olabilecek en makul yoldur.
Asıl ve nihai amaç her ne olursa olsun, boyumuzdan büyük, kaprisli ve cahil cesaretine dayanan maceralara girmek yerine, bizi doğuran ananın hikayesini dinlemek, dizinin dibinde oturup onu ve bizi var eden koşulları araştırmak ve iyi veya kötü demeden bulduğumuz şeye “uyum sağlamak” daha mantıklı görünüyor.
Yani biz içinden çıktığımız bu dünya doğasının amacını bilip ona uyum sağlamadan, evrenin en uzak köşesindeki galaksilerin var oluş amacını kavramaya çalışırken başımıza bir kaza getirecek gibiyiz.
Evinin içindeki eşyaların hikmetini kavrayamamış, onları yok etmiş bir varlığın evinin dışındaki ormanın en uzak köşelerindeki hikmeti kavramaya çalışması muhtemelen ölümcül bir akıbete davetiye çıkaran bir hadsizliktir.
Bizi var eden doğaya, anaya baktığımızda, sözünü kesmeden ona kulak verdiğimizde bize ne anlatıyor ?
Evrimin bize anlattığı bir yığın şey var…
Ana’nın çeyiz sandığı, mutfağındaki eşyaların tertibi avaz avaz şunu haykırıyor: Yaşamın amacı yaşamı sürdürmektir. Evrimin tüm mekanizmaları buna odaklanmıştır. Çok zaman acımasız bulduğumuz şeyler, canlıların genç yaşlı demeden birbirine yem olması, hep bunlar yaşamı sürdürmek içindir. Bunu bahane ederek Tanrı’nın kötücüllüğüne dair tartışma açıp gevezelik etmek ne kadar da heyecan verici… Ama tartışmalarımız bize hedefimizi ıskalamak, ihtiyaç duyduğumuz cevabı geciktirmekten başka bir şey sunmuyor.
Hayata doğar doğmaz şikayet edip ağlayan bir bebek gibiyiz. Büyüdükçe ana babasına isyan edip kendisi hakkında “… onları küfre sürüklemesinden korktuk” denecek bir sabi gibiyiz. Bir gün çiftçinin bilgin kulu gelip ümüğümüzü sıkmasın diye oturup bir düşünelim. Kendi evini yakan, içinde doğduğu ve kendine hayat veren şeyleri yok etmekte olanın akıbeti nedir ?
Doğada sağlam bulduğu her şeye el koyup zapteden ve kendini müdafa etmekten aciz canlıların gemisi olan bu yeryüzüne musallat olan bir tür haline geldik. Üstelik elimizde olana şükredip, doğaya teşekkür etmek, ona ikram etmek yerine, zaten bizim olmayan “taam“ı da bölüşmekten aciz, dünyaya karşı pek nankör bir canlı olduk. Belki de bu bizi kör etti de, evimizi şenlendirecek nice “gömülü hazine” den mahrum edildik.
Gözümüzün önünde “hazır ve nazır olanı” göremiyoruz. Geçmiş atalarımızı da hakir görüyoruz. Yürüyüp geldiğimiz yolları küçümsüyoruz. Böyleyken uzak bir gelecekte, binlerce yıl sürecek olsa da evrenin her yerinde kök salıp büyük bir medeniyet olmayı düşlüyoruz. Belki de geçip gittiğimiz yerlerdeydi doğru yol sapağı, köprüden önceki son çıkış.
Bazen ileri değil geri gitmek gerekebilir. Habersizce, umarsızca geçip gittiğimiz yerlere… Belki de taa o mağaralara sığındığımız zamanları yad etmek, doğa ile başbaşa olduğumuz günleri anımsamak gerekir nereden geldiğimizi görmek için. Hayatın amacıyla buluşmak, onu öğrenmek istiyorsak bunu yapmalıyız. Bu doğa nasıl diri tutuyor kendini, neden böyle yapıyor, nasıl diriliyor canlılar ölenlerin ardından. Güneş nasıl can veriyor da baharda, nevruzda, balık burcunda diriliyor doğa…
Sonsuz kere anlatılan, gösterilen dersleri anlamadan, dinlemeden boyumuzdan büyük sorular soruyoruz. Sadece soru sorsak neyse, uyduruk, hiç bir kanıta dayanmayan cevapları gerçek ilan edip birbirimizi katlediyoruz aynı gerçeğe tabi olmuyor diye…
Yaşamın amacı orada, doğanın, evrimin içinde duruyor. Yaşamın amacı, yaşamı sürdürmektir. Bu nedenle daha büyük cevapları hak etmek için önce birinci dersi anlayıp sınavdan geçmemiz, yaşamı sürdürmeye uyum sağlayıp, doğanın bu “kutsal amacına” hürmet ve hizmet etmemiz gerekir.
Belki o zaman denizler birleşir, balık dirilir, sorularımızı cevaplayacak bir bilge buluruz veya aradığımız bilge biz oluruz.
Ali Aksoy – 25.10.2020
(Yazının ikinci bölümü şurada: Nuh’un Gemisinde Yaşamı Sürdürmek )