Nuh’un Gemisinde Yaşamı Sürdürmek – Ali Aksoy

Bu yazı, – İki Denizin Birleştiği Yerde Yaşamın Amacı – isimli yazının ikinci bölümüdür.

Musa ve Bilgin Kul aforizmasından yola çıkarak yaşamın anlamı hakkında olmasa da en azından görünen amacı hakkında bir yargıya varmış ve yaşamın amacını yaşamı sürdürmek olarak tanımlamıştık.

Musa ve Bilgin Kul kıssasında, “Bilgin Kul” dışındaki tüm yaşayan objeleri “insanlık” olarak değerlendirerek hayatın amacını aramıştık.

Yaşamın amacını “yaşamı sürdürmek” olarak belirleyince bu tanım kimileri için “canım ne var bunda, zaten yaşayıp gidiyoruz işte” dedirtecek derece basit görünebilir. Halbu ki, yaşamı sürdürmek, yaşamda kafana göre takılmak, şehir hayatını terkedip kendini doğanın içine salmak veya sokak hayvanlarına sevgi beslemek gibi genel geçer eğilimlerde arzulanan şey değildir.

Bunu kavramak için insanlık serüveninde yol açtığımız tahribatın farkında olarak bu tahribatı “ana” ocağından kaçan, bıçkın bir gencin kırıp dökmeleri gibi görmemiz gerekiyor. İnsanı ve yaptıklarını kınayarak değil, olup bitenleri onun gelişiminin kaderde yazılı bir aşaması olarak değerlendirmeliyiz. Kavagaya ve tartışmaya -artık- doymalı ve bir yenisinden olabildiğince kaçınmalıyız.

Salt kınayıcı ve yadsıyıcı dil ve düşünceyi bir tarafa bırakabilirsek, evden kaçan delikanlı / genç kız ile konuşup anlaşmayı umabiliriz.

Yaşamı sürdürmek, dışarıda kaçıp gittiğimiz yerlerde hayatın ölümcül olduğunu görmek ve güvenli limana geri dönmektir. Bu ana ocağına geri döndüğümüzde, daha önce bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla kırıp döktüğümüz şeylere bakmalı ve Bilgin Kul kıssasındaki gibi altında gömülü hazine olan yıkık duvarı doğrultmalıyız.

Yaşam her koşulda varlığını sürdürecektir. İnsanlar atom bombalarıyla kendi nesillerini yok etseler bile, tarihte insanın şiddetini tahayyül bile edemeyeceği büyük patlama ve çarpışmalardan sağ çıkıp yaşamı sürdüren bir gezegende yaşıyoruz. Biraz zaman alacak olsa da; türlerin %99’u bile yok olsa, yaşam her dehlizde can bulup ayaklanma kapasitesine sahiptir. Bu Ana Ocağında, iki denizin birleştiği yerde ölü balık bile dirilir.

Bizim açımızdan sorun, yaşamın kendisini devam ettirmesini sağlamak değil, bu amacı görüp buna uyum sağlayacak bir bilinç düzeyine erişmektir. Doğadan çok kendimiz için bunu yapmaktır. Bu konu fevkalade derinlikli önyargılarla boğuşmayı gerektiriyor. Doğadaki bu kutsal amaç için ikna olmalı ve ikna etmeliyiz.

İnsanlık olarak bizi bu umarsız yola sokan şey ne idi ? Yaşamın amacını ararken bu yaşamın en değerli, en üstün varlığı olduğumuz yargısına eriştik. Dinler de bu yargıyı perçinledi. İnsan bir “eşref-i mahlukat” idi ve var olan her şey de bu insan için var edilmişti. Hiç bir kanıta dayanmayan bu uydurma yargı, insanın potansiyel olarak neler yapabileceğini göstermesi bakımından ele alınabilir bir yön taşısa da insanın nelere hakkı olduğu konusundaki yanlış anlamalar, yanlış inanmalar yüzünden irdelemeye, eleştiriye tabi tutulmak zorundadır.

Doğada evrim bize başka canlılarda olmayan fevkalade yetenek ve güçler vermiş olsa da biz bu sebeple yeryüzünde -içinden çıkıp geldiğimiz doğayı tahrip etme pahasına- dilediğimiz gibi yaşama hakkına sahip miyiz ? Başka canlıların yaşam alanlarını azaltmak, toprağı, suyu ve havayı kirletmek bu “eşref-i mahluk” zannedilen insanın hakları arasında bulunuyor mu ?

Para kazanmak, sonra daha çok para kazanmak, sonra daha da çok para kazanmak için doğayı tahrip etme hakkımız var mı ?

Eşref-i Mahlukat tabirini insanlığın geneline ait bir sıfat olarak ilan ettiğiniz müddetçe bu hak var kabul edilecek ve insanlar kendilerini doğadan bile daha üstün bir yaratık zannedecektir.

Evrim süreçlerini ve mekanizmalarını merak edip irdeleyenler pekala bilirler ki, evrimde hiç bir ahlaki değer, hiç bir etik kural yoktur ve eğer “eşref-i mahlukat” diye bir tabir kullanılacaksa, koşullara uyum sağlayan, hayatta kalan ve neslini sürdüren tüm canlılar bu değere layıktır. Dinde, insanlar arasındaki üstünlüğün takvada olduğu yargısına hiç benzemeyecek bir biçimde evrimin böyle bir yöntemi yoktur. Evrim açısından insanla herhangi bir bakteri veya bir ot arasında hiç bir fark yoktur. Evrimin konusu, DNA taşıyan varlıkların yaşamı sürdürmek konusunda ne kadar mahir olduklarına bakmaktır. Üstelik bu bakış öyle kısa vadeli oldu bittilere değil milyonlarca yıllık sürdürülebilirliğe yönelmiştir.

O halde önce şunu kavramalıyız. İnsan eşref-i mahlukat değil fakat yapabilecekleri ile -eğer bu bir şeref ise- bu şerefe nail olma potansiyeli taşıyan bir varlıktır. Bu şerefe erişse bile evrim açısından, herhangi bir bakteri ile kendisi arasında hiç bir fark olmayacaktır.

İnsanın bu potansiyeli, evrim açısından değil insan için önem arzeder.

Farkındalık kazanan insan şuna bakacak:

Ortada kendisini de var eden ve süregelen bir düzen var. Bu düzeni kim kurdu bunu bilemiyoruz. Bilebildiğimiz şey, bu düzenin kuralları. Ve bu kurallar, her koşulda yaşamı sürdürmek amacına odaklanmış.

Boyun, posun, endamın, güzelliğin, aklın şunun bunun değeri ancak -o değerlerin yaşamın sürdürülmesine hizmet ediyor olması kaydıyla- ortaya çıkabiliyor.

Herhangi bir özellik canlıyı diğerlerinden ne derece ayırırsa ayırsın, ne derecede güç verirse versin, o canlı açısından yaşamı sürdürmeye engel oluyorsa, o özellik değil değerli olmak bir anda en değersiz bir konuma düşer ve evrimin, doğanın azı dişleri arasında yok edilir.

Eğer bu düzeni kuran irade ile iyi geçinmek istiyorsak, bu düzenin kurallarına uymak zorundayız. Var oluşun yegane formülü budur. Genlerle oynayarak suni avantajlar da elde etsek, ezelden belirlenmiş kural asla değişmeyecektir. Herhangi bir özelliği, yeteneği nereden bulursan bul, yaşamda kalmana, neslini sürdürmene hizmet ettiği müddetçe bir değer kazanacaktır.

Singularity denen çağlar gelse ve insan kendisini tümden yok edecek bir yapay zeka uygarlığı da var etse evrenin makro ölçütlerindeki bu kural asla değişmeyecektir.

Kim bilir belki de yaşamı var eden çiftçiler, bir zamanlar bizim hikayemize benzer bir hadsizlik içinde bulunan başka bir ırkın kendi cellatlarını yaratması ile ortaya çıkmış büyük bir sentetik uygarlıktır. Belki de o uygarlık, kendilerini dolaylı olarak bile olsa var eden yaşama saygı duyarak evrenin dört bir yanına yaşam tohumlarını saçmışlardır.

Bizim Nuh‘umuz ilk ve tek Nuh olmayabilir. Belki de her canlıdan birer çift var edecek genetik kod, ezelden beri “dolu gemi” içinde seyahat ediyordur.

Evrenin veya yaşamın mimarları her kim veya kimler olursa olsun, amaçları olup bitenin içinde görülmektedir. Elbette nihayette farklı bir amaç bulunabilir. Bize düşen şimdilik elde olanı fark etmek ve buna uygun davranmaktır.

Eğitim sistemimizi, inançlarımızı, beynimizin içinde insanlık adına belirlediğimiz en temel amacı bizi var eden sürecin amacı ile uyumlu hale getirmek zorundayız. Aksi taktirde gidişatımıza bakarak söyleyebiliriz ki; kısa bir zamanda, kendi ellerimizle var ettiğimiz ölümcül tufanlarla karşılaşabilir, dolu gemide binecek bir yer de bulamayabiliriz.

Eğer yaratıp düzene koyan mimarın yapıp etmelerindeki temel amaç ve yöntemleri kavrar ve buna uygun davranırsak medeniyetimizi ve her canlıdan birer çifti başka gezegenlere taşımak için güvenilir bir kaptan ve yeni bir “Nuh” olabiliriz.

Ali Aksoy – 26.10.2020