Continued from:

Bunun nasıl olabileceğini anlamak için bir “teorik fizikçi” ile “dindar” arasındaki farkı analiz etmemiz gerekiyor. Teorik fizikçiler, fizik biliminin kanıtlı verileri üzerine dayanarak, hakkında herhangi bir kanıt olmayan olasılıkları bir teori haline getirerek, görülmekte olan ve fakat neden ve ne şekilde gerçeklestiği bilinemeyen hususları açıklamaya çalışırlar. Bu çalışmalarında ortaya koydukları teorinin kanıtların belirlediği sınırları aşan kısımlarının sonuç olarak bir zan, bir varsayım olduğunu bilirler. Teorilerin neresinin kanıtlı bilgi neresinin zan olduğunu bildikleri için de bunları birbirine karıştırmaz, birbirlerinin yerine ikame etmezler.

Bir dindar ise, genellikle zanna dayalı bilgi ile kanıta dayalı bilgiyi ayıramayan kişidir. Zanna dayalı inancını, sanki o kanıtlı bir gerçekmiş ve diğer herkes bu “gerçeği” (!) kabul etmek zorundaymış, kabul etmemekle büyük bir suç işliyormuş gibi sunar ve buna uygun biçimde davranır. Öteki kimseleri, buna inanıp inanmamalarına göre yargılar. Dindarların bu tutumlarının geçmişte olduğu gibi bu gün de pek çok yol kazasına sebebiyet verdiği “kanıtlı” bir veri olsa da, neyin zan, neyin kanıtlı veri olduğunu ayırd edemeyen bir bilince bunu anlatmak çok zordur.

Hatta, eğer bu kişiye karşı benim bir zamanlar forumlarda yaptığım gibi, kanıta dayanmayan küçük büyük her şeyi budayan, pek keskin bir retorik kılıcıyla yaklaşır, zanları hemen çöpe atılması gereken çok değersiz, hatta fevkalade zararlı bir şey olarak ilan ederseniz muhtemelen o kişinin sizi anlama olasılığını temelli sıfırlamış olursunuz. Haklı olsun veya olmasın, saldırıya karşı savunma refleksi de evrimin öğrettiği ve bu günümüze eriştirdiği en doğal, insani bir reflekstir. İnsan, şimdilik kendi yanında, safında, kendisinden gördüğü herhangi bir şeye saldırı yapıldığını hissettiğinde, rasyonel faydasına bakmaksızın onu savunma eğilimindedir. Saldırıyı durdurur, tekrar düşünmesine fırsat verirseniz, belki ancak ondan sonra rasyonel bir davranış umabilirsiniz.

Ben kişisel sohbet ortamlarında aynı eğilimi kanıta dayalı bilgiye değer veren, bunu hayatının temel doktrini olarak kabul etmeye çalışan insanlarda da gözlemledim. Kanıtlı verinin karşısında zannın da bir değer ifa ettiğini söylediğim anda aynı savunma refleksi ile karşılaştım. Elbette her şeyin bir sebebi var ve her iki kesimin bu tutumlarının yaşanmışlıklardan, kaygılardan kaynaklanan bir takım makul sebepleri var.

Ben diyorum ki, aydınlanma yolunda önyargılardan arınmaya çalışma eğilimi kendi içinde zorunlu olarak tehkikeli bir “had bilmezlik” de barındırır. Çünkü, aydınlanma yolculuğundan bahis açan ve bu konuda yargı ortaya koyan her kişi, aydınlanma yolculuğunun neresinde olduğuna dair bir varsayıma dayanır. Güneşin tepe noktasını hiç görmemiş bir kişi için, gün doğumunun her safhası aydınlanmanın zirvesi veya öncesine göre daha yetkin ve fakat nihayete olan uzaklığı bilinemeyen bir aşamasıdır.

Bu konuda her zaman destek aldığım örnek, karınca ve insan karşılaştırmasıdır. Bilinç düzeyimizin ne olduğunu yani aslında nerede olduğumuzu anlamak için yarayışlı bir örnektir. Her ne kadar binlerce nöron hücresine sahip olsa da bir karıncanın insanı, onun davranışlarını, düşüncelerini, duygularını idrak etmesi imkansızdır. İnsanla karınca bilinci arasında adeta bir boyut farkı vardır. Bu boyut farkını ortaya çıkaran şey, evrimin bize sunduğu beyin yapımız ve yeni beyin bölgeleridir. Biz, diğer canlılardan esas olarak bu özelliğimizle ayrıştık.

Peki burası son durak mı ?

Yazı devam ediyor…