Gelenin malı, dönenin canı ! – Öl gelme, Öl İkrarından Dönme !

Bir önceki yazıda, “Bireyin toplum için feda edilmesi eyleminin evrimsel kökenleri” hakkında konuştuk ve yazının nihayetinde, işin esası evrimsel bir mekanizmaya dayandığı için herhangi bir etik değer taşımayan bu faaliyetin, sonradan insanlar tarafından nasıl etik ve ahlaki bir ödev olarak tanımlandığını, her toplumu yöneten ileri gelen sınıfının türlü şarlatanlık, hile ve aldatma ile vicdan sahibi insanların duyguları ile oynayarak bu duyguyu nasıl suistimal ettiklerini değerlendirdik.

Ve nihayetinde bu ahlaksızlığın mutlak olmadığını, eşine ender rastlansa da gerçekten sözünün eri sadıkların da bulunduğunu söyledik. Burada özellikle sadık ve sadakat kelimelerini kullanıyorum çünkü ikinci yazıda belirttiğim üzere, gerçekte olması gereken birey ve toplum arasındaki fedakarlığın karşılıklılık esasına dayanması ve bu karşılıklılığa sadakat gösterilmesi gerekliliğidir.

Erdemi, erdemli insanları sadece Müslüman toplumlarında aramak elbette bu erdem sahiplerine karşı büyük bir haksızlık olacaktır. Fakat biz Müslüman bir coğrafyada, Müslüman bir toplum içinde yaşadığımız için, İslam olmayan toplumların içindeki Salihiyn’i saklı tutarak örneklerimi İslam dairesi içinde vereceğim.

Fakat İslam dairesindeki bu değerlendirmeye girmeden önce şu ayeti hatırlayalım:

Nahl 71: Allah, rızık yönünden bir kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı. Kendilerine bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?

Bu ayete göre, içinde ekonomik sınıflar olan bir toplum tam olarak İslam olmuş sayılamaz. Kuran’ın önerdiği gerçek İslam toplumunda gelir eşitsizliğini bilerek ve isteyerek yaratanlar yukarıdaki ayette açıkça değinildiği üzere “Allah’ın nimetini inkar etmiş” sayılmaktadır. Çünkü; Kuran mantalitesine göre; Allah’ın bir insana rızk vermesi lütuf ve nimet olduğu gibi, bu nimetin toplumun geri kalanı ile kardeşçe paylaşılmasını emreden ayetler ve bu suretle kurulan düzen de insanların tümü için bir nimettir. Bunun hilafına iş görenler; hem kendilerine verilen nimetin şükrünü hem de toplumsal ekonomik eşitliğin ortaya çıkaracağı nimetleri inkar etmiş olurlar.

İslam toplumlarında bu ayetin gereği neredeyse yok denecek kadar az bir ölçüde tatbik edilebilmiştir. Çünkü bu ve ikinci yazıda örnek verdiğim diğer ayetler; bütün toplumların kendilerine gönderilen peygamberleri “ileri gelenler” önderliğinde reddetmelerinin en temel sebebidir. İleri gelenler; cepheden baş edemediği ve değiştiremediği bu hükümleri, eğip bükerek, İslam’la ilgi ve alakası olmayan şeyleri İslam adı altında din kabul ederek, dinin işlerine gelen hükümlerini öne çıkarıp bu tarz “sevimsiz”(!) önerileri arka sıralara atarak bir şekilde devre dışı bırakmayı başarmıştır.

Her ne kadar temsili bir anlatım olma ihtimali yüksek olsa da, karnına taş bağlayarak açlıktan şikayet eden bir sahabesine, kendi karnındaki iki taşı göstererek aralarında ekonomik bir fark olmadığını göstermeye çalışan Peygamber anlatısı tam olarak bunu anlatmaya ve önermeye çalışır. Saçını suya bakarak tarayan bir insan gördüğünde tarağını kendisine fazlalık olan gören ve o adama veren fakir İsa misali de benzer kaygının güzel bir anlatısıdır. Bu bir “sahicilik” meselesidir. Fedakarlığı toplumun en ezgin, en fakir, en aşağı sınıflarından bekleyen değil, bizzat kendisi tatbik ederek ve tatbik ettirerek sınıfları ortadan kaldırmaya çalışan lider figürü, İslam olsun olmasın bütün dinlerin ve toplumların ortak öyküsü ve övüncüdür. Gerçekleştiği demde büyük bir erdem, şarlatan idarecilerin ve zengin sınıfların dilinde ise sadece komik bir masal ve büyülü bir yalandan başka bir şey olmayan kıssalardır…

Toplumda ekonomik sınıfların olmaması gerektiğini önersem de İslam’da bunun zorla tatbik edilmek istenmediğinin de bilincindeyim. Bu nedenle İslam ile sosyalizm / komünizm arasında büyük bir fark var. İslam’da esas olan fedakarlığın rıza temeline dayanmasıdır.

İşte tam bu aşamada hazır konu “Rıza” faktörüne gelmişken; rıza kavramını teolojisindeki değerler sisteminin en üstüne koyan ve farklı bir toplum algısı geliştiren Alevi Bektaşi öğretisine değinme zorunluluğu vardır.

Alevi Bektaşi öğretisi; doğduğumuzda kendimizi içinde bulduğumuz tesadüfi toplum yerine, bir tarikat çatısı altında ikrar ve rıza ile girilebilen, “tercihli” bir toplum yapısını önerir. İkinci yazıda açıkça sorduğum; “şehit olarak canlarını feda edecek olanlar hangi toplum lehine şehit olacak ? Bu herhangi bir toplum mu yoksa özel bir topluluk mu” sorusuna cevap niteliğinde bir yapılanma önerir.

Alevi Bektaşi inancının temel değerlerine göre; Alevi Bektaşilik, Alevi ana ve babadan doğma gibi tesadüfi veya şehadet getirme gibi amaçsız ve pek de bir anlam ifade etmeyen, basit bir yöntemle gerçekleşemez. Alevilik, reşit ve evli bireyin Pir ve Cem Erenleri önünde açık seçik ikrar vermesi ile mümkün olabilir.

Ocaklar arasında ufak tefek farklılıklar bulunabilse de bu tören, özetin özeti bir anlatımla şu şekilde gerçekleşir:

Alevi toplumuna katılmaya niyet eden ve mutlaka reşit ve evli olması gereken kişi bu dileğini Rehber denen Pir yardımcısına iletir. Rehber; ileride Talip olarak adlandırılacak olan “Muhib”e (sevgi duyan, sevgi besleyen, bir anlamda sempatizan olan kimseye) işin mahiyetini anlatır. Bu kişi nihayetinde bir ikrar ceminde, bütün toplumun huzurunda Pir önüne getirilir. Pir huzurunda talibin dileği tekrarlanır.

Bu şahsa şu söylenir:

Gelme, gelme !

Eğer gelirsen dönme, dönme !

Öl ikrar verme, öl ikrarından dönme !

Gelenin malı, dönenin canı gider !

Bu yol demir leblebidir, çiğneyemezsin !

Ateşten gömlektir giyemezsin !

Kıldan ince, kılıçtan keskindir, yürüyemezsin !

Gelme !

Sen şimdi git, biraz daha düşün, sonra istersen tekrar gel.

İşin orijinalinde Muhib / Talip bu korkutucu öğüt ve uyarıdan sonra cemden çıkarılır ve bir yıla yakın bir süre Rehber’in gözetiminde olur, yolun inceliklerini öğrenir, denetlenir. Sonra cemaate girmeye istekli ise tekrar Pir huzuruna çıkar. Aynı seremoni tekrarlanır. “Gelme !” diye başlar, gelme diye biter. Yine cemden çıkarılır.

Talip ancak üçüncü başvurusunda, eğer cem erenleri yani o yörede, o köyde yaşayan ALEVİ TOPLUMU kabul ve rızalık verirse Aleviliğe, Alevi toplumuna kabul edilir. Kişinin ana babasının dini, talibin mali durumu, cinsi cibilliyeti, makamı, mevkisi, ünvanı sorulmaz ve buna bakılmaz. Cem, makamlı, mevkili, namlı ünvanlı insanların değil, gerek kadın, gerek erkek olsun hepsi bir ve eşit olan canların meydanıdır. Aleviler bu cem meydanına “Hak meydanı” , “Ulu Divan” gibi isim verirler. Bazı deyişlerde “Er meydanı” diye geçer. Burada güreşilen şey diğer insanlar değil, insanın her türden kötücül yönleri, eşitsizlikler, bitmek tükenmek bilmeyen arzulardır. Kadın olsun, erkek olsun kendini bu erdeme eriştiren ve İnsan-ı Kamil olana “Er” veya “Eren” derler. Dolayısıyla cem katılımcılarının adı da cem erenleridir. Cemlerde okunan deyişlerin, nefeslerin bir çoğu “Hey Erenler” diye başlar…

Alevi toplumunda Pir de; sadece temsiliyeti başarılı olduğu müddetçe muteberdir. Pir / Dede / Mürşit / Baba gibi ünvanlarla anılan önder, cem meydanına her geldiğinde önce Cem Erenlerinden bu Cemi yönetmek için rızalık ister. Cem erenleri yani ALEVİ TOPLUMU rıza gösterirse Cem’i yönetebilir. Yetkisi sadece cemi yönetmektir. Kararları Cem Erenleri yani toplum verir. Oturduğu post ve makamı Hz. Muhammed’i temsil ettiği için kendisine karşı, temsil ettiği makama yakışır bir saygı ve hürmet gösterilir. Cem erenlerinin topluca birliği, kendi deyişleri ile “Cem Birliği” ikinci yazıda belirttiğim ve rahmetli Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ten alıntıladığım şekli ile “Tanrı”yı temsil eder. Bundan dolayıdır ki, cem meydanı Hak Meydanı’dır, Ulu Divan’dır. Talipler için her derde derman bulunan yerdir. Tanrı’ın Arş ve Kürsü’sü göklerde değil, ikrarlı canların Hak Meydan’ındadır. Her iş, rızalık sorularak yapılır. Alevi Toplumunun her bir üyesi yılda bir defa yapılan “Görgü Cemi”nde; bütün toplumun (temsili olarak Tanrı’nın) karşısına çıkarılıp dar’a kaldırılır. Görülmek istediğini belirtir. Pirin elini tutar ve post önünde secdeye kapanır. Pir; cem erenlerine özetle şunu söyler;

Bu can eli Er’de, yüzü yerde; görülmek ister. Ey cem erenleri; sizler bu candan razı mısınız ? İçinizde bu candan alacağı vereceği, davası, husumeti olan var mı ? Varsa şimdi çıksın söylesin. Söylediğiniz Meydan’ın, sakladığınız sizin !

Cem erenleri; “Allah Eyvallah” derlerse Can görgüden geçmiş ve rızalık kazanmış olur.

“Öl ikrar verme, öl ikrarından dönme” ihtarı ile Cem’e yani Alevi toplumuna alınanlarla, tesadüfen kendini bir topluluk içinde bulanlar aynı olabilirler mi ?

Hangi topluluk her türlü fedakarlığa daha layıktır ve hangi topluluğun üyeleri diğerleri için kendini feda etmeye daha çok hazırdır ?

Şöyle söylüyor Pir Sultan Abdal;

Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi

Yemeyenler kalır naçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi

Bu dervişlik bir dilektir
Bilene büyük devlettir
Yensiz yakasız gömlektir
Giyemezsin demedim mi

Çıkalım meydan yerine
Erelim Ali sırrına
Can ü başı Hak yoluna
Koyamazsın demedim mi

Aşıklar kara baht(ı) olur
Hakk’ın katında kutl’olur
Muhabbet baldan tatl’olur
Yiyemezsin demedim mi

Pir Sultan Abdal Şahımız
Hakk’a ulaşır rahımız
On İk’imam katarımız
Uyamazsın demedim mi

Şu halde; Alevilerin deyişiyle söyleyelim;

Aşk olsun iyilik ve erdeme çağıranlara !

Aşk olsun iyiler ve erdemliler katarına girenlere !

Aşk olsun ikrarına sadakat gösteren Sadıklar’a !

Aşk olsun “Can ü Baş’ı” Hakk yolunda veren Şehitlere !

Ali Aksoy – 06.11.2021