Özgür irade var mıdır – 2 : Büyük Telaş ve Kuantum Kurtarıcısı (Ali Aksoy)

Bir önceki yazıda, ortada henüz Libet deneyi yok iken ve özgür irade kendi kadife kesesinde mışıl mışıl uyurken, her şeyin güllük gülistanlık olduğundan bahsetmiştik.

Öyleydi…

Teistler, ateistler, deistler ve agnostikler arasındaki en keskin tartışmalar dahi asla “özgür irade” nin kadife kesesine ilişmiyor, özgür irade tüm tarafların ortak paydası olarak koruma altında bulunuyordu. Özgür irade, hemen tüm tarafların “ittifak” sahasında, “hepimizin ortak bir yanı” olarak baş tacı idi.

Ne zaman ki, Libet deneyi ile, işin hiç de öyle olmayabileceği ortaya koyuldu, artık hem kedi çantadan çıkmış hem de özgür iradenin kadife kesesi yırtılmıştı.

Şimdi zamanı biraz geri alalım. Özgür iradeye ilişkin sorgulamalar antik Yunan düşünce tarihine kadar uzanır. O vakitler, sadece iddia ve kısır çekişme modundadır. Ortada hiç bir kanıt yoktur ama ruhçu öğreti, her zaman olduğu pişkinliği ile -hiç bir kanıta sahip olmasa da- sahanın galibidir. Daima ve en çok onların sesi çıkar.

Çok sonra ise, İslam medeniyetinde esaslı bir kırılmaya yol açacaktır. Bu fikir ayrılıkları İslam itikat mezhepleri olarak karşımıza çıkar. Mezhep deyince hemen “namaz nasıl kılınır”ı anlatan fikirler gelmesin akla. O, muamelat veya diğer bir deyişle fıkıh mezheplerinin işidir. İtikat mezhepleri, inanca dair temel konulardaki ayrışmadır. Allah’ın vasıfları, yaratılış, iman esasları gibi “nasıl inanılması gerektiğine” dair esaslı bir ayrışmadır bu. İşte bu ayrışmanın en büyük kırılması, “kader ve özgür irade” konusunda yaşanmıştır.

Bir yanda “Cebriyye” isimli bir mezhep çıkmış ve “kader mutlaktır, insanın hiç bir iradesi yoktur, her şey Allah’ın dilemesi ile meydana gelir” demiştir. Yani Cebriyye mezhebine göre, olup biten bütün işler “cebren” meydana gelmektedir.

Bunun tam aksi istikametinde de, Mutezile mezhebi ortaya çıkmış, onlar da “Kader diye bir şey yoktur, Allah insanın fiiline ve tabiatta olup biten işlere karışmaz, O, kuralları ve düzeni ilk “ol” emri ile yoluna, akışına koymuş, ötesine karışmamıştır, insan ne yaparsa kendi hür iradesi ile yapar” demişlerdir.

Üstelik bu her iki mezhep de, görüşlerini bire bir Kuran ayetlerine dayandırmışlardır. Çünkü, Kuran’da her iki tarafın da dediklerini açık bir şekilde destekleyen onlarca, yüzlerce ayet bulunmaktadır.

Bu çelişik bilgiler doğal olarak büyük bir sıkıntı doğurdu. Hiç bir çelişki içermediği ile övünen bir kitaptan bu şekilde birbirine zıt ve bir arada bulunması, eş zamanlı savunulması imkansız olan iki yargı çıkarılabilmesi büyük kafa karışıklığı doğuracaktı.

Nihayet, bu durumdan rahatsız olan diğer itikat mezhepleri “Ehli Sünnet vel Cemaat” adı altında bir araya geldiler. Ve dediler ki; “İş, ne Cebriyye’nin ne de Mutezile’nin iddia ettiği gibidir”

Ya nedir ?

“Biraz Cebriyye, biraz da Mutezile haklıdır”

Nasıl ?

“Bütün iş ve oluş, genel ilerleme, Allah’ın külli iradesi (yani Cebri, takdir etmesi) ile olur. Bu kaderi değiştirememek ve bu kaderin sınırları içinde kalmak kaydıyla, insanın da bir cüz-i iradesi vardır”

Özetle, Tanrı, kullarına, sınırlarını kendisinin çizdiği bir “oyun alanı” bırakmıştır. İnsanlar, özgür iradeleri ile bu “oyun alanında” iş ve oluşa etki eder.

Kuran, bu her iki zıt fikre de apaçık kapı araladığı için, ayetlerin bir kısmı diğer kısmı ile çelişmesin diye, böyle “ne şiş yansın, ne kebap” usulü bir orta yol kotarılmış ve fakat bunların sınırları asla netleştirilememiştir.

Mesela, bir insanın ölümünün hangi irade kapsamı altında olduğunu sorsanız, Kuran’a göre bu kesin olarak Allah’ın takdir etmesi ile gerçekleşen bir durumdur. Ne var ki, hayat tecrübesi, insanın istençli eyleminin de kendisinin veya bir başkasının ölümüne yol açabileceğini ortaya koyar. İşte böyle bir açmazda, ölüme yol açan eylemi ortaya koyan kişinin iradesi, aslında Tanrı’nın iradesinin meydana gelmesi olarak izah edilir. Yani, nihai sonucu Tanrı ezelde dilemiş ve fakat fiil kişinin iradesi ile ortaya çıkıp hayat bulmuş olur.

Aslında, İslam dünyasında bu girintili çıkıntılı, zor meselenin ortaya çıkmasının temelde iki sebebi vardır. Birincisi, bir önceki yazıda ele aldığımız “özgür irade illüzyonu”, ikincisi de, Kuran’da her iki fikre de açıkça cevaz veren ayetlerin varlığıdır.

Özgür irade illüzyonu, iki sonraki yazıda değineceğimiz bazı Kuran ayetlerinin çok açık beyanlarına karşın, insana içinden, en kuvvetli bir sesle fısıldar ve “işte, ben düşünüyorum, ben yapıyorum, ben seçiyorum, ben konuşuyorum” der. İnsanın, kuvvetli ve göreceli olarak pek “haklı” bu iç sese yani “özgür irade illüzyonuna” hemen karşı çıkabilmesi neredeyse mümkün değildir. Tanık ve kanıt, uzakta değil, çok yakında, en yakında, hemen insanın içindedir.

Bu çözülemeyen ve bitmek bilmeyen kavga, “dinde zorlama yoktur” (!) diye(bile)n Ehli sünnet vel cemaatin, Cebriyye ve Mutezile mezhebi imamlarını katletmeleri ve kitaplarını da yakmaları ile dostane ve ilmi bir şekilde çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Cebriyye ve Mutezile mezheplerinin ne dedikleri ancak Fahruddin Er Razi gibi arşivci müfessirlerin kitaplarında, bu görüşlerle mücadele amacıyla, bu görüşlerden alıntılar yapılması sebebiyle günümüze erişebilmiştir.

Zamanda yaptığımız bu “iç ferahlatıcı” yolculuktan sonra gelelim Libet deneyi sonrası bilim ve düşünce sahasında yaşanan tartışmalara…

Libet deneyi, yazının en başında bahsettiğimiz, teist, ateist, deist ve sair bütün kesimlerde tam bir şok etkisi yaptı ve düşünce dünyasında büyük bir telaşa neden oldu.

Ruhçu öğretiden yeterince nemalanmış, istifade etmiş teist kesimlerin telaşını anlamak mümkün de, ateistlere ne oluyor kuzum ?

Ateistler, Tanrısız bir evren ve hayatın da fevkalade güzel ve yaşanılabilir olduğu temel görüşüne sahiptiler. Hayat, Tanrısız ve ölümden sonrası olmaksızın da fevkalade bir anlam ifade edebilirdi. Çiçekler, böcekler, acılar, mutluluklar, özlemler, arzular hep deneyimlemeye değer şeylerdi ve bir Tanrıya inanmadan da bunların kıymeti bilinebilirdi.

Çünkü, bu kocaman evrende, akıl sahibi bir varlık olarak dünyaya gelmek, hayatı ve olayları idrak etmek, evrende olup biten şeylerde bir değişiklik meydana getirebilmek, ardınca bir iz bırakabilmek başlı başına önemli bir iş idi.

Ne var ki, bunların tamamı temelde “özgür irade” varsayımına dayanıyor, insanın yapıp ettiği işler, insana ait, insanın kişiliği, bireyliği, biricikliği ve yek diğerlerinden ayrılığı ile bir anlam kazanıyordu.

Ya evrende Tanrı olmadığı gibi özgür irade de yoksa !!!

Aman Tanrım (!)

İşte kıyamet burada koptu. Çünkü, hayata Tanrısız da değer katan onca laf, artık bir laf salatası malzemesi olacaktı.

Bir de ne görelim !

Cümle ateist tayfa, canhıraş karşıtları olan teistlerle el birlik “özgür irade müdafası” yapıyor !

Önce ne dediklerine bakalım:

Aşağıdaki videoda “ak saçlı, nur yüzlü” meşhur ateist dedemiz Daniel Dennett konuşuyor:

Dennett dede, videonun 3:45 saniyesine kadar, “özgür iradenin olmadığından” , bu saniyeden sonra ise, özgür iradenin var olduğundan ve bunun ne kadar değerli ve ayırt edici, sorumluluk doğurucu olduğundan bahsediyor.

Anlaşılan meşhur ateist dedenin kafası bir hayli karışmış. Haydin arkadaşlar ! “Dedemize sahip çıkalım” demenin tam zamanıdır.

Bir de şuna bakın:

Britanyalı filozof, yazar ve karşılaştırmalı dinler uzmanı, karizmatik Alan Watts abimizin kafası öyle karışmış ki, videonun 3:47 saniyeleri civarında tam olarak özgür irade karşıtı argümanları sıralarken, yani Cebriyye ekolü safında iken, bir Mutezile, bir Cebriyye derken hoop “Ehli Sünnet Ve’l Cemaat” oluvermiş. Alan Watts abimizin iyi bir salata yapmaya müsait süslü cümlelerini, laflarını dinlediniz. Lütfen bu salatayı yedikten sonra “geğirip” çelişki arz eden gazları dışarı salmayı unutmayınız.

Aslında yerli ve yabancı düşün dünyasından benzeri örnekler verilebilir. Ben sadece burada, Libet deneyinin başlattığı bütün kafa karışıklığına rağmen, “özgür iradeyi kurtarmak” amacıyla sarf edilen beyhude çabayı ve yer yer ortaya çıkan komik vaziyeti örneklemek istedim.

Neyse ki, her buhranda bir kurtarıcı, bir peygamber yahut bir mehdi çıkar gelir.

Yaşasın !

İşte, O büyük kurtarıcı: Kutsal Kuantum !

Aslında, Kuantum fiziği ve kuantum fiziğinin esasen ne idiğine dair veriler zaman olarak bu tartışmanın (Libet deneyinin) çok öncesine dayanır. Hatta, Albert Einstein‘ın bu meselede uzun süre ayak direttiği ve belirlenimci (determinist) safta yer aldığı bilinir.

Fakat, bütün bu belirlenimci bakış açısının içerisinde, bazı şeylerin de “belirlenemez” olabileceğinin gösterilmesi, o zamanlarda da ciddi bir kafa karışıklığına yol açmış, belirlenimci akım (belki eş değer bakış açısı ile Cebriyye ekolü) büyük darbe almıştı.

İşte, “atom altı” seviyede ortaya çıkan bu “belirlenemezci” yaklaşım, Libet deneyi sonrasında, bütün özgür irade savunucularının “dualarına” bir cevap ve inansın inanmasın “her tayfanın Tanrısından”
bir lütuf oluverdi.

İzleyelim:

Ama videoyu izlerken Mark Balaguer‘in vücut hareketlerine dikkat etmenizi rica ediyorum. Söylediklerinin dışında, vücut hareketleri ne anlatıyor ? İkisini beraber dinleyelim:

Mark Balaguer, aslında kuantum mekaniğinin bile bu meseleyi izah etmekte yetersiz kalabileceğinden fevkalade endişeli.

Ama, bu yeni Mehdi, Hz. Kuantum‘a can-ı gönülden bağlılık sergileyenler de var:

Astronomi ve fizik belgesellerinden yüzüne pek aşina olduğumuz “Japonik” abimiz Michio Kaku neler diyor bir bakalım: (Videonun alt yazı özelliğini aktif edin)

Yüce Mehdi Kuantum aşkına !

Yahu, Michio Kaku abim, adama sormazlar mı, atom altı seviyede cereyan eden kuantum mekaniğinin, bir insanın cinayet işlemesi ile, mesela boşandığı eski karısını arayıp tarayıp bulup, cadde ortasında öldürmesi ile nasıl bir ilgisi olabilir ?

Bir elmayı yukarıdan aşağıya bıraktığımızda, her seferinde başka bir yere mi düşer ? “Elektronun” hareketi ile “Newton elmasının” hareketleri aynı prensiplere mi dayanır ?

Ayrıca, özgür iradeyi kurtarmak isterken, kuantum elektronlarından çürük bir ipe sarılıp, düpedüz “rastgeleliği” savunmak da nedir? Halbuki, özgür irade savunusu, adı üstünde bir “irade” savunusudur. Bunu kurtarmak için “belirlenemez” bir biçimde hareket eden atom altı parçacıklarını örnek vermek, buna dayanmak, insan davranışının iradi değil, rast gele ve öngörülemez biçimde ortaya çıktığını ima ederek, kendi kendini inkar etmek demek değil midir ?

Gördüğünüz gibi, “özgür iradeyi kurtarmak”, “er ryan’ı kurtarmak” tan daha zordur ve eldeki tek savunma mevzisi “kuantum fiziği” kelimeleri ile süslenmiş tam anlamıyla zırva cümlelerdir.

Mevzu zor, telaş büyük. Peki, bu Kurantum kurtarıcısı gerçekten özgür iradeyi kurtarıp özgür bırakabilir mi ?

Özgür irade var mıdır yazı serimizin bir sonraki başlığı: “Gen, çevre ve deneyim baskısı” olacak.

Ali Aksoy – 24.10.2019