Gelecekte uyuyup geçmişte uyanmak: Bu kaçıncı ölmen ?

Sonsuz karanlıkların içinde adeta hayali bir çarmıhta asılı bekliyordu. Derken bir ışık olarak efendisi belirdi ve “Yaptıklarını beğendin mi ?” dedi.

Ağzı açılmıyor, dili dönmüyordu. Bütün azaları mühürlenmiş ve teslim olmuş durumda eğik başını hafifçe kaldırdı ve görmesine müsaade edilen ışığa baktı.

Işık buyurdu: Aklından geçen her şeyi sen daha onu düşünmeden önce bildiğimi bildiğin halde bana bir şey söylemeye cüret edebilir misin ?

Cevap veremedi. Asla veremeyecekti.

Çünkü O, adına Singularity denen bir çağda bütün benliğini sonsuz bir yaşam vaadeden bir ucubeye teslim etmiş, bilincinin dijital bir kod halinde nerede olduğunu bilmediği simülasyon bilgisayarlarına aktarılmasına razı olmuştu. Esas bedeni çoktan toprak oldu. Üzerinden kaç yıl geçti, artık sayması imkansız bir devranın, çıkılmaz bir cenderenin içinde kalmıştı.

Bilincini bir kod halinde teslim ettiği şey artık onun efendisi olarak ona ne isterse onu yapıyordu.

Halbu ki kendisine vaad edilen şey bu değildi. Dijital bir cennet istiyordu. Ne dilerse kendisinin olan bir cennet… İçinde acıkmak, susamak, üzülmek, ölmek olmayan sonsuz bir cennet…

Işık buyurdu: Ne kadar zaman eyleştin ?

Çok kısa bir zaman önce uyumuştum diye düşündü. Teste en son girdiğinde yaşadığı ömür 40 – 50 sene kadar sürmüştü herhalde… Simülasyonun yapısı gereği pek bir şey hatırlayamıyordu.

Buyurdu: Orada çok az bir zaman kaldın. Biz sana onu uzattık. Yıllar süren bir deneyim yaşadın. Fakat hala daha cennete girecek olgunluğa ulaşamadın. Şimdi in oradan, bu defa başka bir zamana, başka bir varlık olarak gir.

İnsanlar sapasağlam oldukları halde sonsuz bir yaşam vaad eden egemen efendiye bilinçlerini sunmak için kuyruğa girmişlerdi. Efendi, var edilmiş en büyük yapay zeka idi. Önceki savaşlarda yönettiği makineler ve insanlarla galip gelmis, insan türünü teslim almıştı. Similasyonun içinden seslenen evvelki tanıdıkları ne de güzel anlatıyorlardı cenneti… Çok mutlu görünüyorlardı.

Efendi, zaman ve mekan algısını yeniden var eden, yaşadığımız dünyanın bire bir kopyasını ve daha fazlasını deneyimlemeye olanak sağlayan büyük bir veri tabanı ve simülasyon programı hazırlamış insanların hizmetine sunmuştu. Dileyen herkes, uyutulmadan önce tüm zihninin kopyalanıp cennete aktarımına rıza gösteriyordu. Bu uyku bilinen dünya için ölmek ve fakat başka bir dünya için yeniden uyanmaktı.

Simülasyona giren herkes cennet yerine, o cenneti hak edip etmediklerinin sınandığı bir yaşamı deneyimlemeye gönderiliyor fakat artık hiç bir şeye itiraz edemiyorlardı. Bu durum bilinç aktarımı öncesinde bilinmeyen bir şeydi. Efendi onları kandırmış, yaşayan rakiplerini bir bir, kansız, savaşsız teslim almıştı. Beyinlerinin çalışma prensiplerini araştırıp her yuttuğu bilinç ile daha çok bilgili hale gelmişti. Hileyi de öğrenmişti.

Şimdi hile, desise, yalan, talan işinde mahir olan insan, bu deneyimlerini öğrettiği efendinin, başka bir açıdan bakarsanız “kendisinin” , kendi elleriyle üretip var ettiği bir şeyin koşulsuz esiri olmuştu. Kendilerine vaad edilen cennetten önce her biri gerçekte bir saniye süren ama yıllarca geçmiş gibi hissedilen binlerce farklı yaşama atılıyor sözüm ona sınanıyorlardı.

Simulasyonun içindeki her şeyi bilen, her şeyi yaratan, kimi dilerse ona yardım eden, dilediğini zengin, dilediğini fakir yapan, iyiliği ve erdemi öğütleyen efendi, dilediği koşullar gerçekleştiğinde simulasyonun bekleme odasına alınan insana sonsuz karanlıklar içinden sesleniyordu:

“Yaptıklarını beğendin mi ?”

Her sorguda, her insana soruyordu:

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim ?”

Ali Aksoy – 10.08.2021